Herkesin merak ettiği bişeyler vardır bu hayatta.Benim merakım hayatımızda sıradanlaşmıs, varlığını
mertkocturk
Herkesin merak ettiği bir şeyler vardır bu hayatta. Benim merakım hayatımızda sıradanlaşmış, varlığının olmadığını düşünmediğimiz şeylerin nasıl oldu da keşfedildiği..
Örneğin yer çekimi kuvveti. Daha çok küçükken öğrendik ve nedenini sorgulamadık. Oysa yerçekiminin varlığının bilinmediği dönemlerde vardı dünya tarihi üzerinde .
Peki kim nasıl keşfetti?
Dediğim gibi benim merakım da bu tarz şeylerin nasıl keşfedildiği,kimler tarafından keşfedildiği ve icadının arkasındaki hikayeler ...şimdiden iyi okumalar :)
Örneğin yer çekimi kuvveti. Daha çok küçükken öğrendik ve nedenini sorgulamadık. Oysa yerçekiminin varlığının bilinmediği dönemlerde vardı dünya tarihi üzerinde .
Peki kim nasıl keşfetti?
Dediğim gibi benim merakım da bu tarz şeylerin nasıl keşfedildiği,kimler tarafından keşfedildiği ve icadının arkasındaki hikayeler ...şimdiden iyi okumalar :)
Bu Blogda Ara
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Grahaaaam Kimle konuşuyorsun gece gece ?
Yüzyıllar boyunca insanlar uzak yerlerle haberleşmeyi sağlayacak işaretler gönderme yollarını aradılar. Mesaj iletmek için başvurulan ilk yöntemler, açık havada yakılan ateşler ve parlayan aynalardı. Fransız Claude Chappe 1793'te icat ettiği mesaj iletme makinesine, "uzaktan yazan" anlamında "telgraf" adını verdi. Bu aygıtın işleyişi, kule tepesine takılmış hareketli kolların kullanılmasıyla oluşturulan işaretler yardımıyla rakam ve harfleri iletmeye dayanıyordu.
Sonraki 40 yıl içinde elektrikli telgraf geliştirildi ve 1876'da Alexander Graham Bell , ilk kez konuşmaları teller aracılığıyla iletmeyi sağlayan telefonu icat etti.
A. Graham Bell telefonu icat etmeden önce, yaklaşık olarak otuz yıldan beri haberleşme amacıyla telgraf kullanılmaktaydı. Elektrik sinyallerinin telgraf ile iletilebilmesi, Bell’in telefonun icadıyla ilgili çalışmalarına ve araştırmalarına ışık tutmuştur. Çoklu telgraf ya da harmonik telgraf üzerine çalışmalar yürüttü. Müzikle olan yakın ilgisi sebebiyle notaları esas aldı ve birden çok elektrik sinyalini aynı tel üzerinden gönderilebileceği ilkesine göre çalıştı. 1874 yılına gelindiğinde Western Union Telegraf şirketi çalışmalarına destek vermeye başladı. Çoklu telgraf üzerine çalışmalar yaparken, elektrik sinyalleri aracılığı ile konuşabilme fikri bulunmaktaydı.
Graham Bell ile Thomas Watson, Western Union’un zorlamasından dolayı harmonik telgraf üzerine çalışırlarken, Graham Bell telefon ile ilgili düşüncesini ilk olarak 1875 yılında Smithsonian Enstitüsü’nün müdürü Joseph Henry’ye anlattı. Bu fikre olumlu görüş belirten Joseph Henry ile yaptıkları görüşmeden sonra telefon ile ilgili çalışmalara ağırlık verdiler. Bell ve Watson, 1875 yılının Haziran ayında tek kablo üzerinde değişik tonlarda elektrik akımın aktarılabileceğini ispat ettiler. Ses iletimi konusunda bir cihaz icat etme hedefine ulaşılmak üzereydi. 2 haziran 1875 yılında harmonik telgraf tekniği ile yaptığı deneylerde, bir tel üzerinden ses duyabilmişti.
Alexander Graham Bell, 9 mart 1876 tarihinde telefonun patentini aldı. Telefonla yapılan ilk görüşme 10 Mart 1876 tarihinde, Boston’da Exeter Place’deki 5 no’lu binada yapıldı. Graham Bell, yardımcısını arayarak “ Buraya gel Watson, sana ihtiyacım var” diyerek ilk telefon görüşmesini yapmıştır. A. Graham Bell’in icat ettiği telefon, 25 Haziran 1876 tarihinde Philedelphia’da sergilenmiş, ilk müşterisi de Brezilya İmparatoru olmuştur. İlk özel telefon ise 1877 tarihinde Cahrles Williams adlı elektrik mühendisinin ofisine kuruldu ve sonrasında Williams Graham Bell’in telefonlarının seri üretimini üstlendi.
25 Mayıs 2015 Pazartesi
Pek kullanmasak da aslında milli bir klavyemiz var adı da "F klavye"
Q STANDARDI
Christopher Sholes, arkadaşı Carlos Glidden ile bir numaralama makinesi
icat etti. Daha sonra bu makineyi harf basma makinesine dönüştürmeye karar
verdiler. Sholes’un makinesi bugünkü daktiloların atasıdır ve hemen hemen aynı
prensiple çalışır. Daktiloda aynı anda iki karaktere bastığınızda kağıda doğru
hareket eden kollar birbirinin üzerine gelerek sıkışmaya neden olabilir ve ne
kadar hızlı yazarsanız bu sıkışma ihtimali o kadar yüksektir. Sholes teknik
olarak aşamadığı bu sorunu en aza indirmek için kullanıcıların hızlı yazmasını
engellemenin yollarını aramıştır, bunun için de harflerin yerlerini
alabildiğine karıştırarak İngilizce’de en çok kullanılan harfleri parmakların
en zor ulaşabileceği yerlere yerleştirmeyi uygun görür ve Q klavye adını
verdiğimiz harf dizilimi ortaya çıkar.
Q standardı modern bir mühendislik ürünü olmaktan çok uzaktır. Uzun yılllar
eleştiri konusu olan bu durum; daktilo ustalarının Q klavyeye olan mevcut
alışkanlıkları ve piyasanın Q klavye tarafından çoktan istila edilmiş olması
nedeniyle ve 40 milyon daktilonun değiştirilme maliyeti ortaya çıkınca
çözümlenmemiştir. Q Klavyenin bu rastgele harf dizilimi İngilizce yazımı
zorlaştırdığından İngilizce’ye uygun bir standart geliştirmek için Washington
State Üniversitesinden Prof. Dr. August Dvorak, 1932 yılında İngilizce’de çok
kullanılan harflerin klavyenin en kolay ulaşılabilir yeri olan orta sırasına
toplandığı bir klavye dizilimi önerir. Dvorak’ın araştırmalarına göre,
sekreterlerin parmakları gündelik yazı işleri sırasında Q klavyede 16 mil yol
alırken Dvorak klavyesinde sadece 1 mil yol almaktadır. Belirtilen sayılı
sebeplerden dolayı Dvorak’ın klavyesi yayılamaz ve kaybolup gider. Çağdışı ve
bilimsel temeli olmayan Q standardı günümüze kadar hâkimiyetini sürdürmeyi
başarmıştır.Bilgisayarlar çıktıktan sonra da daha önceden on parmak yazmayı
öğrenenlerin işini zorlaştırmamak amacıyla aynı dizge korunmuştur.
Q Klavye standardı Türkiye’de bilgisayarların yaygınlaşmasıyla birlikte
yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır, ancak Türkçe’ye uygun değildir. Çünkü
Q klavyede, Türkçe’de en çok kullanılan harfler, uygunsuz bir biçimde yerleşmiş
durumdadır.
Klâvyelerin oluşturulmasında bir Dünya standardı yoktur ve değişik dilleri
konuşan toplumların ses, hece ve harf ayrıcalıkları varoldukça dünyanın tek bir
standardı olamaz da. Örneğin Türkçe’deki ”ı” harfi, başta İngilizce olmak üzere
birçok dillerin alfabesinde yoktur. Aynı şekilde ”ğ, ç, ş, ö, ü” harfleri de
birçok dillerde yoktur. Ses olarak varolan dillerde de değişik harflerle, bazen
birkaç değişik harfin birbirini izlemesiyle belirtilmektedir. Bunları dünya
standardı olarak birleştirmek bugün için hiç düşünülmediği gibi, değişik
dillerdeki seslerinin ve harflerinin çoğunun aynı oluğu Lâtin alfabesini
müştereken kullanan İngiliz, Fransız ve Alman klâvyelerinde de ”é, è, ê, ç, ö,
ü, ß” gibi ayrıcalıklar için bu ülkelerde kendi dillerinin özelliklerine göre
düzenlenmiş farklı klâvyeler bulunmaktadır. Özet olarak klâvyelerde tek bir
dünya standardı olması gerekmemektedir.
PEKİ F STANDARDI?
Bilimsel temellere dayalı standart bir Türk klavyesi geliştirilmesinin
zorunluluğuna inanan İhsan Yener, TDK kılavuzundaki 29 bin 934 kelimenin
istatistiğini aldı, 183 bin 596 harfin kaç kez kullanıldığını belirledi.
Parmaklarının röntgenlerini çektirdi, kas, sinir sistemini inceletti; fiziksel
güçleri ve hareket özellikleri tespit etti. O gün yapılan çalışmalara göre
Türkçe’de en çok kullanılan beş harfin sırasıyla, a, e, k, i ve m olduğu ortaya
çıkmış. İş yükünü her iki ele eşit paylaştırmak için de sol el yaklaşık yüzde
49, sağ el de yüzde 51 oranında kullanılacak şekilde harfler yerleştirilmiş.
Böylece bugün kullandığımız F standardı ortaya çıkarılmış. 1946’dan itibaren
daktilo öğretmeni sıfatı ile sürdürdüğü bu çalışmalarının dikkate alınmasını
ancak 1955’te başarabilmiş.
F standardının akıbeti Dvorak’un İngilizce için oluşturduğu standarda
benzememeliydi. O günlerde Türkiye’de 40 bine yakın yazı makinesi mevcuttu. Bu
makinelerin F standardına dönüştürülmesi ve yeni ithal edilecek ve üretilecek
makinelerin de buna göre düzenlenmesi gerekiyordu. Bu iş, yeni bir standart
geliştirmekten çok daha zordu.
Yabancı uzmanlarla da pekiştirilmiş İhtisas Komisyonu’nca oluşturulan on
parmak yöntemi ile Türkçe için uygun F dizilimi 20 Ekim 1955’te standart Türkçe
klavye olarak kabul edilip gümrük kanunlarına “bundan sonraki ithalat, standart
Türk klavyesine uygun olacak” diye bir madde eklenmiştir. Ancak büyük maliyeti
ve zorluğundan dolayı mevcut yazı makinelerinin olduğu gibi bırakılmasına karar
verilmiştir. Türkiye’deki tüm daktilo makinelerinin Milli Klavye’ye
dönüştürülmesi, 1963 yılında Gümrükler Kanunu’na eklenmesi ve 1974 yılında Türk
Standartları Enstitüsü tarafından Zorunlu Standart olarak onanmasıyla
kesinleşmiştir.
Bir başka ilginç durum ise F klavyenin İngilizce için de çok uygun olduğu
gerçeğidir. Yapılan bir deneyde F klavyeyi 10 parmak yazan bir denek ile Q
klavyeyi 10 parmak yazan deneklere aynı İngilizce metin verilmiş. Q Klavye
kullananlar dakikada ortalama 32–35 kelime yazarken F klavye kullanan 72 kelime
yazmış. Günümüzde Q klavye yaygınlaşsa da Türkçeyi F klavyeyle yazmanın hızına
erişmek pek mümkün görünmüyor.
SONRA NE OLDU?
Uzun yıllar tüm bilgisayar ve yazı makineleri F klavye olarak ithal
edilmeye devam edildi. Ancak özellikle üretim bandındaki dizüstü
bilgisayarların klavyelerini
F standardına dönüştürme maliyeti masaüstü klavyelerinden fazla olduğu için 1990’lı yıllarda yaygınlaşan dizüstü bilgisayarlardaki fiyat farkı kullanıcıları caydıracak düzeye gelmeye başlamıştı. Sonuçta raflar Q klavyeler ile dolmaya başladı. O günlerdeki manzaraya göre yeni teknoloji olarak görülen dizüstü sistemlerde ve yeni bilgisayarlarda şık Q klavyeler rafları süslerken karşısında F klavyeli eski bilgisayarlar ve köhne daktilolar duruyordu.
F standardına dönüştürme maliyeti masaüstü klavyelerinden fazla olduğu için 1990’lı yıllarda yaygınlaşan dizüstü bilgisayarlardaki fiyat farkı kullanıcıları caydıracak düzeye gelmeye başlamıştı. Sonuçta raflar Q klavyeler ile dolmaya başladı. O günlerdeki manzaraya göre yeni teknoloji olarak görülen dizüstü sistemlerde ve yeni bilgisayarlarda şık Q klavyeler rafları süslerken karşısında F klavyeli eski bilgisayarlar ve köhne daktilolar duruyordu.
NEDEN F KLAVYE?
F klavyeye yeni nesil gereken önemi vermiş olsaydı belki bugün ülkece standartlara para verme alışkanlığımız olmayacaktı. Milli yazılım; yerli malı daha kolay benimsenebilir felsefeler olacaklardı. Cihazlar ve teknolojilerde Türkçe desteği bulunmazsa ülkemizde çok ciddi kültür erozyonu ortaya çıkacaktır. İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte yeni kelimeler(!) hayatımıza girmiş; dilimiz tehlikeye düşmüştür. Bizim sahip çıkmadığımız bir dile üreticilerin sahip çıkması beklenemez. Q klavyenin bu kadar yaygınlaştığı bir ortamda F klavyeye geçişin çok zor olduğu aşikardır. Fakat teknolojinin yorumlanmasının model numarasının okunmasından veya üretim tarihine bakılmasından ibaret olmadığı, bizim yenilik olarak gördüğümüz olayların uzun vadede ülke menfaatlerimize zarar verebileceği göz ardı edilmemesi gereken bir hassasiyet olarak değerlendirilmelidir.
Türkçe için ideal bir klavye çalışmalarına başlayan ilk isim, bu çalışmaları Milli Eğitim Bakanlığı ile iş birliği içerisinde gerçekleştiren daktilo öğretmeni İhsan Sıtkı Yener'di. Bu sıralarda Ankara Üniversitesi ile New York Üniversitesi arasındaki işbirliği anlaşması çerçevesinde Türkiye'ye gelen Anthony R.Lanza ile Edwark Tutark Jr. de bu çalışmalara dahil oldu. New York Üniversitesi'nden gelen ekip yaptığı çalışmaları, finansmanlarını sağlayan Uluslar arası işbirliği idaresi için yazdığı raporda özetledi.2.Dünya Savaşı sonrasında, Amerika Birleşik Devletleri tarafından on altı ülkeye ekonomik destek sağlamayı öngören Marshall Planı çerçevesinde ülkenin yapacağı yardımları organize eden teşkilatların amacı, ekonomik yönden Türkiye'yi ileri götürecek projeleri desteklemekti. Hazırlanan rapora göre Türkçe yazıma uygun bir klavyenin geliştirilmesi ve bunun standart olarak kullanılması durumunda yılda 43.500 Türk lirası tasarruf edilecekti. Bu klavyenin oluşturulması için kurulan iki komisyondan ilki Türkçedeki harf sıklıkları ve ardışıklıkları, ikincisi ise parmakların fiziksel özelliklerini inceleyerek dizilimi konusunda çalıştı.
Çalışmalar sonucunda hazırlanan klavye önce Devlet Malzeme Ofisi'ne sunuldu. 20 Ekim 1955'te ise Bakanlıklararası Standardizasyon Komitesince bu klavye onandı.Türkiye'deki tüm daktilo makinelerinin Milli Klavye'ye dönüştürülmesi, 1963 yılında Gümrükler Kanunu'na eklenmesi ve 1974 yılında Türk Standartları Enstitüsü tarafından "zorunlu standart" olarak onanmasıyla kesinleşti. Yıllar süren çabalara karşın Q klavye karşısında yaygın kullanılır hâle gelmedi. 10 Aralık 2013'te Başbakanlık tarafından Resmi Gazete' de yayımlanan bir genelgede, Türkçe'ye en uygun klavye olmasından ötürü F klavyenin kamu kurum ve kuruluşlarında yaygınlaştırılması için talimat verilerek, kamu kurum ve kuruluşlarında 2017 yılı sonuna kadar klavyelelerin F klavyeye dönüştürülmesinin sağlanacağını bildirdi
23 Mayıs 2015 Cumartesi
'Alessandra Lolita Oswaldo' bu ismi ortalama her gün anıyoruz
Telefonu açtığımızda ilk kullandığımız ALO sözcüğü bir sevgilinin isminin kısaltılmış biçimiydi. Evet o Alenxander Grahambell'in sevgilisiydi. Telefon hattını ilk olarak sevgilisinin evine çekmişti. Telefon çaldığında başkasının arayamayacağını bildiği için açar açmaz ''Alessandra Lolita Oswoldo'' diyordu. Bu isim zamanla kısaldı ve 'ALO' oldu. Zamanla sevgilisi Grahambell'i terk etti. Telefon hattıda bu arada çoğaldı. Grahambell'in telefonu her çaldığında arayan sevgilisi sandığı için ALO diye açıyordu.
O günlerde hemen herkes Alexander Grahambell'in anısına saygı olarak ALO demeye başladı. Bugün herkesin kulladığı ALO sözcüğü işte o günlerden uzanmaktadır bu günlere...
Telefonun icadına bir göz atalım
Yüzyıllar boyunca insanlar uzak yerlerle haberleşmeyi sağlayacak işaretler gönderme yollarını aradılar. Mesaj iletmek için başvurulan ilk yöntemler, açık havada yakılan ateşler ve parlayan aynalardı. Fransız Claude Chappe 1793'te icat ettiği mesaj iletme makinesine, "uzaktan yazan" anlamında "telgraf" adını verdi. Bu aygıtın işleyişi, kule tepesine takılmış hareketli kolların kullanılmasıyla oluşturulan işaretler yardımıyla rakam ve harfleri iletmeye dayanıyordu.
Sonraki 40 yıl içinde elektrikli telgraf geliştirildi ve 1876'da Alexander Graham Bell, ilk kez konuşmaları teller aracılığıyla iletmeyi sağlayan telefonu icat etti. Sağırlarla ilgili çalışmaları, Bell'i seslerin havadaki titreşimlerle nasıl oluştuğunu merak etmeye yöneltmiş, "armonik telgraf" adı verilen bir düzenek üstünde çalışırken, elektrik akımının konuşma sırasında oluşan titreşimleri andıracak biçimde değiştirilebileceğini bulmuştu. Telefonla ilgili çalışmalarının dayandığı ilke de buydu.
Türkiye'de ilk telefon 1908 senesinde uygulanmaya başlandı. Kadıköy ve Beyoğlu santralleri 1911 senesinde hizmete açıldı. İlk otomatik telefon santralı 1926 senesinde Ankara'da kuruldu. Ardından diğer il merkezlerinde de telefon santralları kurulmaya başlandı.
O günlerde hemen herkes Alexander Grahambell'in anısına saygı olarak ALO demeye başladı. Bugün herkesin kulladığı ALO sözcüğü işte o günlerden uzanmaktadır bu günlere...
Telefonun icadına bir göz atalım
Yüzyıllar boyunca insanlar uzak yerlerle haberleşmeyi sağlayacak işaretler gönderme yollarını aradılar. Mesaj iletmek için başvurulan ilk yöntemler, açık havada yakılan ateşler ve parlayan aynalardı. Fransız Claude Chappe 1793'te icat ettiği mesaj iletme makinesine, "uzaktan yazan" anlamında "telgraf" adını verdi. Bu aygıtın işleyişi, kule tepesine takılmış hareketli kolların kullanılmasıyla oluşturulan işaretler yardımıyla rakam ve harfleri iletmeye dayanıyordu.
Sonraki 40 yıl içinde elektrikli telgraf geliştirildi ve 1876'da Alexander Graham Bell, ilk kez konuşmaları teller aracılığıyla iletmeyi sağlayan telefonu icat etti. Sağırlarla ilgili çalışmaları, Bell'i seslerin havadaki titreşimlerle nasıl oluştuğunu merak etmeye yöneltmiş, "armonik telgraf" adı verilen bir düzenek üstünde çalışırken, elektrik akımının konuşma sırasında oluşan titreşimleri andıracak biçimde değiştirilebileceğini bulmuştu. Telefonla ilgili çalışmalarının dayandığı ilke de buydu.
Türkiye'de ilk telefon 1908 senesinde uygulanmaya başlandı. Kadıköy ve Beyoğlu santralleri 1911 senesinde hizmete açıldı. İlk otomatik telefon santralı 1926 senesinde Ankara'da kuruldu. Ardından diğer il merkezlerinde de telefon santralları kurulmaya başlandı.
22 Mayıs 2015 Cuma
Canon'un Doğuşu ve 600D'den Doğa
Canon'un ilk yılları
1930′lu yıllarda 35mm fotoğraf makineleri denince akla gelen iki marka vardı: Leica ve Contax. 1932 yılında tanıtılan Leica Model II ve 1933 yılında tanıtılan Contax Model I üst düzey kalitede ürünlerdi ve Almanya’nın gururu olarak gösteriliyorlardı. Yalnız bu makinelerin bir kusuru vardı: Leica markalı ürünlerinin bugün de hala sahip olduğu yüksek fiyatları. O dönemde Japonya’da en çok kazanan kişilerin maaşı bile bir Leica almaya yetmiyordu. Hatta altı aylık bir çalışma gerekiyordu yani erişilemez derecede pahalıydılar. İşte bu koşullarda bir Japon, herkesin alabileceği bir 35mm fotoğraf makinesi yapmayı aklına koydu. Bu kişi Goro Yoshida idi.
Yoshida, Leica’nın fotoğraf makinelerini söküp incelemekle işe başladı. Yani tersine mühendisliği uyguladı. İçinde çok daha özellikli bileşenler bulacağını düşünen Yoshida, pirinç, demir, alüminyum ve lastikten başka birşey bulamayınca çok daha uygun fiyatla Japonya’da fotoğraf makinesi üretebileceğini düşünerek, bacanağı ve onun eski bir çalışanı ile birlikte 1933 yılında Precision Optical Instruments Laboratory firmasını kurdu. Laboratuvar çok da büyük bir yer değildi.
Şirketin ürettiği ilk kamera prototibi Kwanon olarak isimlendirildi ve 1934′te Japon Asahi Kamera dergisinde yayınlandı. Lens için de Kasyapa ismi kullanıldı. İki isimde Budizm’den gelmekteydi. Reklamlarda görünen hiçbir Kwanon son ürün değildi, ya çizim ya da ahşap kopyalarıydı. Yoshida gerçekten ürettiğini söylese de bu modeli gören olmamıştı :) Kuruluşun üzerinden sadece 1 yıl geçtikten sonra yani 1934′te, kullanılan yöntemlerin aklındaki sisteme uymadığını düşünerek Yoshida şirketten ayrıldı.
Kwanon’un üretime geçebilmesi için firma çok büyük çaba harcasa da, lens ve rangefinder ekipmanları gibi optik bileşenleri üretebilecek seviyede değildi. Bu durum Nippon Kogaku (Nikon’un ilk zamanlardaki ismi) ile ortaklığa gitmeleri ile sonuçlandı. İlk fotoğraf makinelerinde Nippon Kogaku, lenslerden, lens ağzından ve optik bileşenler sorumluyken, Precision Optical Instruments Laboratory ise fotoğraf makinesinin gövdesi ve tüm mekanik bileşenlerinden sorumlu olacaktı. Bu birlikteliğin ilk ürünü 1935 sonlarında duyrulan Nikkor 50mm f/3.5 lense sahip Hansa Canon modeli oldu.
İlk Canon : Hansa Canon.
Fotoğraf : Pasific Rim Kamera Aşağıdaki fotoğraflar Canon 600D-50mm ve 135mm lenslerle Borabay Gölü adlı mekanda çekilmiştir.
20 Mayıs 2015 Çarşamba
İlk bunu mu çekmişler ?
ilk fotoğraf! ilk insan gibi bir şey. Modanın, reklamcılığın, sinemanın, televizyonun, siyasi propagandaların, görsel tarihin, internet geyiklerinin, her anlamıyla imajın ve daha pek çok şeyin başının altından çıktığı kimyasal reaksiyon. ve tabii sanatın, fotoğraf sanatçılığının, kendiliğinden olan herhangi bir şeyi sonsuza kadar bir kağıda, cdye artık nereyeyse hapsedip sonsuza kadar dönüştürebilmenin ilk dna'sı. Bu gözle baktığımızda kendinden sonraki yüzyıllar bu tek fotoğrafın başının altından çıkmıştır. Sonraki çağları sonsuza dek değiştirecektir. Tarihte yepyeni bir sayfa açmıştır ilk fotoğraf..
Şimdi bakın bakalım ilk fotoğraflar nelermiş .
Şimdi bakın bakalım ilk fotoğraflar nelermiş .
İlk Fotoğraflar
|
1826 "Pencereden Le Gras'a bakış" - View form the Window at Le Gras - Joseph Nicephore Niepce tarafından 1826’da çekilen ve çinko levha üzerine basılan dünyanın ilk fotoğrafı (Fotoğraf, 1952 yılında Helmut Gernsheim tarafından ortaya çıkarıldı. Koleksiyon: Texas Üniversitesi) |
1826 Negatif kullanmadan basılan ilk fotoğraf Joseph Nicephore Niepce tarafından, negatif kullanılmadan baskısı yapıldı. |
1838 Temple Bulvarı'nın Louis Daguerre tarafından 1838'de çekilen bu fotoğrafı, bir insana ait ilk fotoğraftır. Kalabalık bir sokağın fotoğrafı olmakla birlikte çekim süresi 10 dakikadan fazla olduğundan, trafiğin akışı fotoğrafta görünmek için fazla hızlı kalmıştır. Tek istisna, ayakkabılarını fotoğrafta görünecek kadar uzun süre cilalatan sol alt köşedeki adamdır. |
1839İlk portre fotoğrafı Alman Kimyacı Robert Cornelius Philadelphia’da 1839'da aile mağazasında kendi fotoğrafını çekti. Dünyanın ilk potre fotoğrafını çekerek tarihte yerini aldı. |
1839İlk kadın fotoğrafı Dorothy Catherine Draper’e ait olan bu fotoğraf, 1839 yılında Amerika’da çekildi. |
1847İlk şimşek fotoğrafı Bir fotoğrafçıda çalışan Thomas Easterly, 1847 yılında ilk kez bir doğa olayını görüntüledi. |
1847İlk savaş fotoğrafı 1847 yılında Meksika-Amerika savaşında Charles J.Betts bu fotoğrafı gizlice çekti. |
1858 Havadan çekilen ilk fotoğraf 1858′de Gaspar Felix Tournachon tarafından Fransa’da çekildi. |
1858 Dünyanın ilk fotomontajı: “Fading Away” Henry Peach Robinson dünyanın ilk fotomontajını yaptı. Robinson’un ilk ve en meşhur fotoğrafı beş negatiften oluşuyor. Tüberkülozdan ölen bir kızın etrafında bu komposizyonu oluşturdu. |
1861 İlk Renkli Fotoğraf (deneysel) 1861′de İskoç fizikçi James Clerk Maxwell, ekose kumaştan yapılmış bir kurdelenin siyah-beyaz fotoğrafını, kırmızı-yeşil-mavi 3 ayrı filtreden geçirerek bu renkli fotoğraf karesine ulaştı. |
1872 İlk Renkli Fotoğraf (gerçek) İlk renkli fotoğrafı, gerçek anlamda, Louis Ducos du Hauron, 1872’de Güney Fransa’da Angouleme bölgesinde çekti. 1860’larda çeşitli yöntemler kullandı ve daha sonra “Les Couleurs en Photographie” kartı üzerine baskılarını yaptı. |
1872 İlk Hareketli Fotoğraf İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge, on iki kamerayla bir seri fotoğraf çekerek bir at yarışını adım adım fotoğrafladı. Bunları birleştirerek ilk hareketli görüntüleri oluşturdu. Ayrıca, Zoopraxiscope adını verdiği bir cihaz da icad etmiştir. Üzerinde fotoğraflar bulunan bir diskin hızlıca döndürülmesiyle görüntünün hareketlenmesi mantığına dayanır. |
1880 İlk seri fotoğraf 1880′lerde Fransız bilimadamı Etienne-Jules Marey kuşların nasıl uçtuğunu öğrenmek istedi. Bir saniyede 12 fotoğraf çeken fotoğraf tabancasıyla bu fotoğrafı çekti. |
1890 İlk sualtı fotoğrafı Louis Boutan tarafından 1890′da çekildi. |
1893 İlk Fotoğraf Stüdyosu |
1896 İlk magazin fotoğrafı 1896 yılında Afrika’da bir kabile düğününde çekilen evlenen çiftin görüntüsü |
1909 Kuzey Kutbu’nun ilk fotoğrafı Robert E. Peary ve yardımcısı Matthew Henson 1909′de 37 günde 760 km yol katederek kutuplara ulaştı. |
1930 İlk renkli hava fotoğrafı |
1940İlk yüksek hız fotoğrafı 1940 tarihinde profesör Harold Edgerton, elmayı delip geçen kurşunu fotoğraflamayı başardı. |
1968 Dünyamızın ilk fotoğrafı 1968 yılında Apollo 8, uzayın derinliğindeki dünyayı ilk böyle görüntüledi. |
İlk fotoğraflara bakarken sizde benim gibi kendiniz bir fotoğraf makinesi icat etmiş olsaydınız neyin veya kimin fotoğrafını çekerdiniz diye düşündünüz eminim :) |
19 Mayıs 2015 Salı
Fotoğraf Çekerken Bir Daha Düşün
Bir iletişim fakültesi öğrencisi olarak sürekli kullandığım ve kullanmak zorunda olduğum fotoğraf makinesi ile başlamak istiyorum bloguma.
Bugün olmazsa olmazımız fotoğraf çekmek çekilmek.. Bir kaç saniye içerisinde o anımıza dair bir çok fotoğraf çekebiliyor, hatta çektiğimiz fotoğrafların kopyasını alıp istediğimiz boyutta çoğaltabiliyoruz. Peki, elimizin altında, her an ulaşabildiğimiz , fotoğraf çekebildiğimiz bu makinelerin icadının yüzyıllar boyu süren denemeler ve çalışmalar sonucu olduğunu biliyor muyuz?
Fikrin doğması, uygulanması, gelişimi, değişik kişilerin çalışmaları ve uzun aralıklı dönemlerin sonucunda bugün ki kolaylığa ulaşabilmişiz.Şimdi sizlere fotoğraf makinesinin icadı ile ilgili yaptığım araştırmalardan kesitler sunacağım. Keyifli okumalar...
Fotoğraf Makinesine Giden Uzun İnce Bir Yol
Fotoğraf makinesinin kökenleri icat edildiği 1839 yılından çok öncelere dayanmaktadır. Yaklaşık 30.000 yıl önce mağara duvarlarına çizilen ilk resimler, insanların yaşadıkları anı belgeleme duygusunu ortaya koyan ilk örneklerden sayılabilir.
M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles, Problem adlı çalışmasında, iğne deliği de denilen, küçük bir delikten elde edilen görüntünün oluşumunu yorumlamaya çalışmasıyla fotoğraf makinesinin atası sayılan camera obscura’nın (Latince’de camera = oda, obscura = karanlık) temellerini atmış oldu.
Camera obscura’nın basit bir işleyişi vardır : Bir duvarında küçük bir deliği olan bir karanlık odada, küçük delikten giren ışık, tam karşısında bulunan duvarın yüzeyine dışarıdaki manzaranın ters görüntüsünü yansıtır.
10. yüzyılda yaşamış, Alhazen adıyla da bilinen Arap fizikçi ve matematikçi İbn Al-Haitam, mum ve üzerinde küçük bir delik bulunan bir perde kullanarak basit bir camera obscura yapmıştı. İbn Al-Haitam’ın bu çalışması Avrupa’da değer bulsa da camera obscura’nın pratik bir araç haline gelmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. Camera obscura’nın kuramsal yöntemi ve uygulama alanlarıyla ilgili basılı ilk bilgiler 15. yüzyılda Cesare Cesariano, ardından da Reiner Frisius tarafından ele alınmış, bir iğne deliği kameranın ilk görseli ise gökbilimci Gemma Frisius’un 1545 tarihli De Radio Astronomica et Geometrica adlı kitabında yer almıştı.
Fizikçi Girolamo Cardano tarafından kullanılmaya başlanan çift taraflı dışbükey mercekler aracılığıyla camera obscura pratik anlamda kullanılmış oldu. Bu adımla birlikte eskisinden daha net bir görüntü elde etme imkânı doğdu. Camera obscura’nın isim babası olan gökbilimci Johannes Kepler (1571-1630), taşınabilir bir camera obscura yaparak önemli bir katkıda bulundu. 19. yüzyıla gelindiğinde, camera obscura’lar artık yerlerini içinde ayna, önünde objektif bulunan fotoğraf makinelerine bırakmaya hazırdır.
Veeeee Fotoğraf Makinesinin İcadı
Yüzyıllar süren kimyasal ve teknik çabalar, 1826 yılında Fransa’nın Chalon-sur-Saone şehrindeki Joseph Nicéphore Niepce (1765-1833) tarafından evinin penceresinden yakalamayı başardığı görüntüyle sonuçlandı. Bu görüntüyle birlikte, fotoğrafın o güne kadar ki gelişim halkaları birbirine bağlanmış oldu. Niepce, artık üç şey düşünüyordu: Daha keskin bir görüntü elde edebilmek, görüntünün çok uzun bir zaman kalıcı olacağından emin olmak ve renkleri de yansıtabilmek. Fakat, Niepce bunları yapabilecek kadar yaşayamadı. 1829’da ortak olduğu iş arkadaşı, Louis Jacques Mandé Daguerre (1787-1851), onun çalışmalarını geliştirmeye çalıştı. Ve nihayet 1839’da Daguerre bu çalışmaları başarıyla sonuçlandırdı. 19 Ağustos 1839 tarihinde Fransız Bilimler Akademisi’nde fotoğraf makinesinin icadı tüm dünyaya şu sözlerle duyuruldu: “Sayın Baylar, doğa ışık aracılığıyla bir yüzeyin üzerine geçirildi.”
1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürerek çok büyük aletler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay hareket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikten sonra makine fabrikaya gönderiliyor ve jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir cam üzerine yerleştiriliyor, sonra yeniden makineye film doldurularak sahibine iade ediliyordu.
1870’de Hermann Vogel emülsiyonları muhtelif banyolara batırılarak duyarlılıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılında kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan ortokomatik filmin yanında, pankromatik filmler de ortaya çıktı.
1888 yılında Kodak firması film, banyo ve baskı ücreti içinde olan, 100 adet filmi bulunan fotoğraf makinelerini piyasaya sürdü. Bu fotoğraf makinelerini, “düğmeye basın, gerisini bize bırakın” reklam sloganıyla satıyordu. Bu yıllardan sonra fotoğraf geniş kitlelere mal oldu. Bu fotoğraf makineleri de yine çekimden sonra fabrikaya gönderiliyor, burada banyo işlemi yapılıyor, makineye tekrar film doldurularak sahibine iade ediyorlardı.
Vayyyy be adamlar yapmış. Oda büyüklüğünde makineden cebimize sığabilen makinelereeee..
Şimdi oturup bir düşünün. Bir şey icat etmek isteseniz ve icadınız insanlık için çok ama çok yararlı bir şey olacak olsa ne icat ederdiniz? Aslında düşününce imkansız değil ama biraz zor. Yada şöyle diyelim "bize icat edilecek bir şey bırakmamışlar." :)
M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles, Problem adlı çalışmasında, iğne deliği de denilen, küçük bir delikten elde edilen görüntünün oluşumunu yorumlamaya çalışmasıyla fotoğraf makinesinin atası sayılan camera obscura’nın (Latince’de camera = oda, obscura = karanlık) temellerini atmış oldu.
Camera obscura’nın basit bir işleyişi vardır : Bir duvarında küçük bir deliği olan bir karanlık odada, küçük delikten giren ışık, tam karşısında bulunan duvarın yüzeyine dışarıdaki manzaranın ters görüntüsünü yansıtır.
10. yüzyılda yaşamış, Alhazen adıyla da bilinen Arap fizikçi ve matematikçi İbn Al-Haitam, mum ve üzerinde küçük bir delik bulunan bir perde kullanarak basit bir camera obscura yapmıştı. İbn Al-Haitam’ın bu çalışması Avrupa’da değer bulsa da camera obscura’nın pratik bir araç haline gelmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. Camera obscura’nın kuramsal yöntemi ve uygulama alanlarıyla ilgili basılı ilk bilgiler 15. yüzyılda Cesare Cesariano, ardından da Reiner Frisius tarafından ele alınmış, bir iğne deliği kameranın ilk görseli ise gökbilimci Gemma Frisius’un 1545 tarihli De Radio Astronomica et Geometrica adlı kitabında yer almıştı.
Fizikçi Girolamo Cardano tarafından kullanılmaya başlanan çift taraflı dışbükey mercekler aracılığıyla camera obscura pratik anlamda kullanılmış oldu. Bu adımla birlikte eskisinden daha net bir görüntü elde etme imkânı doğdu. Camera obscura’nın isim babası olan gökbilimci Johannes Kepler (1571-1630), taşınabilir bir camera obscura yaparak önemli bir katkıda bulundu. 19. yüzyıla gelindiğinde, camera obscura’lar artık yerlerini içinde ayna, önünde objektif bulunan fotoğraf makinelerine bırakmaya hazırdır.
Veeeee Fotoğraf Makinesinin İcadı
Yüzyıllar süren kimyasal ve teknik çabalar, 1826 yılında Fransa’nın Chalon-sur-Saone şehrindeki Joseph Nicéphore Niepce (1765-1833) tarafından evinin penceresinden yakalamayı başardığı görüntüyle sonuçlandı. Bu görüntüyle birlikte, fotoğrafın o güne kadar ki gelişim halkaları birbirine bağlanmış oldu. Niepce, artık üç şey düşünüyordu: Daha keskin bir görüntü elde edebilmek, görüntünün çok uzun bir zaman kalıcı olacağından emin olmak ve renkleri de yansıtabilmek. Fakat, Niepce bunları yapabilecek kadar yaşayamadı. 1829’da ortak olduğu iş arkadaşı, Louis Jacques Mandé Daguerre (1787-1851), onun çalışmalarını geliştirmeye çalıştı. Ve nihayet 1839’da Daguerre bu çalışmaları başarıyla sonuçlandırdı. 19 Ağustos 1839 tarihinde Fransız Bilimler Akademisi’nde fotoğraf makinesinin icadı tüm dünyaya şu sözlerle duyuruldu: “Sayın Baylar, doğa ışık aracılığıyla bir yüzeyin üzerine geçirildi.”
1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürerek çok büyük aletler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay hareket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikten sonra makine fabrikaya gönderiliyor ve jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir cam üzerine yerleştiriliyor, sonra yeniden makineye film doldurularak sahibine iade ediliyordu.
1870’de Hermann Vogel emülsiyonları muhtelif banyolara batırılarak duyarlılıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılında kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan ortokomatik filmin yanında, pankromatik filmler de ortaya çıktı.
1888 yılında Kodak firması film, banyo ve baskı ücreti içinde olan, 100 adet filmi bulunan fotoğraf makinelerini piyasaya sürdü. Bu fotoğraf makinelerini, “düğmeye basın, gerisini bize bırakın” reklam sloganıyla satıyordu. Bu yıllardan sonra fotoğraf geniş kitlelere mal oldu. Bu fotoğraf makineleri de yine çekimden sonra fabrikaya gönderiliyor, burada banyo işlemi yapılıyor, makineye tekrar film doldurularak sahibine iade ediyorlardı.
Vayyyy be adamlar yapmış. Oda büyüklüğünde makineden cebimize sığabilen makinelereeee..
Şimdi oturup bir düşünün. Bir şey icat etmek isteseniz ve icadınız insanlık için çok ama çok yararlı bir şey olacak olsa ne icat ederdiniz? Aslında düşününce imkansız değil ama biraz zor. Yada şöyle diyelim "bize icat edilecek bir şey bırakmamışlar." :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)